#Acıbadem Adana Hastanesi

İLKHABER-Gazetesi - Acıbadem Adana Hastanesi haberleri, son dakika gelişmeleri, detaylı bilgiler ve tüm gelişmeler, Acıbadem Adana Hastanesi haber sayfasında canlı gelişmelere ulaşabilirsiniz.

Adana’da 23 Nisan’a özel anlamlı etkinlik: Lösemi tedavisi gören çocuklar bir günlüğüne doktor oldu Haber

Adana’da 23 Nisan’a özel anlamlı etkinlik: Lösemi tedavisi gören çocuklar bir günlüğüne doktor oldu

Adana'da aralarında lösemiyi atlatan ve tedavisi devam edenlerin de olduğu 23 çocuk, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'na özel bir günlüğüne doktor oldu. ‘Hayalim Doktor Olmak' projesi kapsamında önlük giyen çocuklar, gerçek doktorlar ile birlikte maketler üzerinde temsili ameliyat yaptı. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, ülke genelinde çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Acıbadem Adana Hastanesi ise çocuklar için ‘Hayalim Doktor Olmak' projesini hayata geçirdi. Proje kapsamında aralarında lösemiyi atlatmış veya tedavisi devam eden çocukların da olduğu 23 çocuk, bir günlüğüne doktor oldu. Hastanenin konferans salonu ameliyathaneye çevrilirken, kendileri için hazırlanan önlükleri giyen çocuklar doktorlar ile birlikte maketler üzerinde ameliyat gerçekleştirdi. Bazı çocuk doktorlar ise laboratuvarda deneyler yaptı. "ONLARI GÖRÜNCE MUTLU OLUYORUZ" İhlas Haber Ajansı muhabirine bilgi veren Acıbadem Adana Hastanesi Çocuk Hematolojisi ve Kemik İliği Nakli Merkezi Uzmanı Prof. Dr. Bülent Antmen, "Bugün çok anlamlı bir gün. Bugün çocukların bayramı ve onların isteklerini yerine getirme günü. Çocuklar burada inanılmaz güzel işler başarıyorlar. Çocuklar burada doktorların yaptığı her işi yapıyorlar. Çok eğleniyorlar ve bizler de onları görünce mutlu oluyoruz" dedi. "BU ÇOCUKLARIN BAZILARININ DOKTOR OLACAĞINA İNANIYORUZ" 23 çocuğun bazılarının gelecekte doktor olmasını istediğini belirten Prof. Dr. Antmen, "Bu çocuklarımız arasında lösemi tedavisi, kanser tedavisi gören çocuklarımız var. Bu çocukların bazıları gerçekten doktor olmak istiyor. Bu proje onların içinde bir kıvılcım oluşturacak. Gelecekte gerçekten bu çocukların bazılarının doktor olacağına inanıyoruz" diye konuştu. "BEN DE ÇOCUKLARI TEDAVİ ETMEK İSTİYORUM" Lösemi tedavisi görüp sağlığına kavuşan 11 yaşındaki Muhammet Mansur Elçi, "Bülent hocam gibi bir doktor olmak istiyorum. Ben de ileride doktor olup çocukları tedavi etmek istiyorum. Burada ameliyat yaptık ve çok mutluyum" ifadelerini kullandı. Lösemi tedavisi devam eden 9 yaşındaki Gülşen Yazel Karakoç da, "Çocuk doktoru olmak istiyorum. Benim hastanede tedavim devam ediyor. Ben de doktor olup çocukları iyileştirmek istiyorum" şeklinde konuştu.

Okul çağındaki çocukların yüzde 10’unda dikkat dağınıklığı görülüyor Haber

Okul çağındaki çocukların yüzde 10’unda dikkat dağınıklığı görülüyor

Uzman Psikolog Tara Çapar, aşırı hareketlilik, dikkatsizlik ve çabuk sıkılma gibi temel belirtileri olan Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu okul çağındaki çocukların yüzde 10’unda görüldüğüne dikkat çekerek, tanı sürecinde ailenin ve öğretmenlerin çocuğu dikkatle gözlemlemesini tavsiye etti. Psikolog Çapar, çocuğun zeka seviyesi normal olsa dahi odaklanamama sorunu nedeniyle akademik başarısızlıkla karşılaşabileceğini söyledi. Acıbadem Adana Hastanesi Uzman Psikolog Tara Çapar, genellikle çocukluk çağında tespit edilen, dikkatsizlik, aşırı hareketlilik, odaklanamama ve dürtüsellik gibi belirtilerle kendini gösteren ve kişinin yaşamını sosyal, akademik ve mesleki anlamda etkileyen nörogelişimsel bir bozukluk olarak tanımlanan Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) hakkında önemli bilgiler verdi. Okul çağındaki çocuklarda DEHB’nin görülme sıklığının yüzde 5 ile yüzde 10 arasında olduğunu aktaran Psikolog Çapar, bu tanıyı alan çocuğun ev içinde ve okulda çeşitli zorluklar yaşadığını, ayrıca ailenin de sorunlarla karşılaştığını ifade etti. Çapar, DEHB’li çocukların sosyal ilişki kurmakta zorluk, verilen ödevlerden çabuk sıkılma, eğitim sürecinde başarısızlık, çevresel faktörler nedeni ile dikkatin kolayca dağılması, dinlemiyormuş gibi görünme, hayallere dalma, verilen görevleri tamamlayamama, kurallara uymama, okuma yaparken satır atlama gibi belirtiler ile ortaya çıkabileceğini belirtti. Psikolog Çapar, bu belirtilerin yanı sıra, ev ve okulda saldırganlık ve dürtüsel davranışlar, öfkelerine hakim olamama, kurallara karşı gelme ve sosyal çevre ile uyumsuzluk gibi sorunlar gözlemlendiğini, ayrıca akranları ve sosyal çevresi tarafından dışlanıp, zorbalığa uğrayabildiklerini ve bu durumun çocukların özgüvenini olumsuz etkilediğini anlattı. “Soru sorarlar ama yanıtını dinlemezler” Okul öncesi dönem çocukların genellikle fazlaca hareketlilik gösterdikleri ve öz denetimlerinin az olduğu dönem olduğu için DEHB tanısının zor konulabileceğine işaret eden Psikolog Çapar, “Okul öncesi çocuklarda yüksek hareketlilik düzeyi, huzursuzluk, kontrol etmekte zorlanılabilen, yorulmak bilmeyen, yerlerinde duramama belirtileri gözlemlenir. Uzun süren oyun veya faaliyetleri sürdürmekte zorlanabilir, çabucak sıkılabilir ve grupla arkadaşlarıyla oynanan oyunlara katılmayabilirler. Genellikle çok konuştukları ve merak ettikleri konular hakkında sorular sorar ancak genellikle yanıtlarını dinlemezler. DEHB’li çocuk, ailesi ve öğretmenleri için süreç zor geçebilir. Ödev yapmak istemedikleri için çevresel uyaranlar tarafından dikkatleri çabucak dağılabilir. Hareketli olduklarından çevrenin dikkatini çekebilirler. Sınıfta ayağa kalkma ihtiyacı hissedebilir ve sıralarına oturmak yerine sınıf içerisinde dolanabilirler. Genellikle, yazılarının dağınık ve düzensiz olduğu görülür. Akranlarıyla sorunlar ortaya çıkabilir; vurma, ısırma ve bağırma davranışları görülebilir” diye konuştu. “Çocuklukta başlayıp yetişkinlikte devam eder" DEHB’ye her zeka düzeyinde rastlanabildiğini belirten Psikolog Çapar, bazı DEHB’li çocukların akademik başarısının düşük olduğunu ve bir dersten farklı zamanlarda yüksek ve düşük not alabileceklerini ancak bunun zeka düzeyinden değil dürtüsel oluşları, dikkat eksiklikleri ve bir işi sonlandırmakta yaşadıkları problemlerden kaynaklandığını söyledi. Nedeni kesin olarak bilinmeyen DEHB’nin ortaya çıkmasında biyolojik ve psikososyal etkenlerin birlikte rol oynadığını belirten Psikolog Çapar, “Birçok DEHB’li çocukta motor, dil veya gelişimsel gecikmeler hafif derecede olabilmektedir. Fakat bu bilgi özgül bir bulgu değildir. Genellikle belirtiler okul öncesi dönemde başlayıp yetişkinlikte de devam eder. Yapılan bir araştırmada erkek çocukların hiperaktivite derecelerinin kız çocuklara göre yüksek olduğu bulunmuştur. DEHB’li kız çocuklarında bilişsel sorunlar fazla olurken DEHB’li, erkek çocuklarda saldırganlık davranışları daha çok gözlemlenmiştir” dedi. “Tanı koymak için öğretmenlerin gözlemi de gerekir” Doğru tanı, tedavi ve erken müdahalenin çocuğun gelecekte yaşayabileceği ciddi problemleri önleyebileceğine dikkat çeken Psikolog Çapar tanı konulmasının zor olduğunu, çocuğun öğretmenler tarafından da gözlemlenmesi ve detaylıca değerlendirilmesi gerektiğini dile getirdi. Tanı konulduktan sonra en önemli faktörlerden birinin aile ve öğretmenlerin eğitilmesi ve bilgilendirilmesi olduğunu vurgulayan Psikolog Çapar, şunları söyledi: “Çünkü çocuk yetiştirmek, bakım vermek gibi bazı faktörlerle birlikte çocukta hiperaktivite bozukluğunun olması sonucu aileler psikolojik olarak kendilerini yetersiz hissedebilir. Bunun sonucunda da aile içi sıkıntılar ortaya çıkabilir. Bu amaçla aile ve öğretmenlere DEHB hakkında eğitim programları sağlanmaktadır. Bu programların hedefi, çocuk ve aile iletişimini geliştirerek çocuğun problem oluşturan davranışlarını, aileyi eğiterek kurallar koymak ve tutarlı olmalarını sağlayarak olumsuz davranışı yönetmelerini sağlamaktır. DEHB’nin tedavisi, psikolog eşliğinde ve psikiyatrik ilaç tedavisi ile birleştirilmesi uzun dönem kazanımların devam etmesi için önemlidir.”

Doç. Dr. Solmaz: “Anemi yaşlılarda ciddi sağlık sorunlarına yol açıyor” Haber

Doç. Dr. Solmaz: “Anemi yaşlılarda ciddi sağlık sorunlarına yol açıyor”

Hematoloji Uzmanı Doç. Dr. Soner Solmaz, yaşlılıkta rastlanan aneminin bağışıklık sistemini zayıflatarak ciddi sağlık sorunlarına yol açabileceğine dikkat çekerek düzenli kan testlerinin anemiyi erken tespit etmeyi sağladığını söyledi. Acıbadem Adana Hastanesi Hematoloji Uzmanı Doç. Dr. Soner Solmaz, yaşlılarda yaygın olarak görülen anemiye ve çözümlerine dair bilgiler paylaştı. “Anemi yani kansızlık, kanın içindeki kırmızı kan hücreleri veya hemoglobin eksikliği ile karakterize bir durumdur ve yaşlı nüfus arasında yaygın bir sağlık sorunudur” diyen Dr. Solmaz, yaşlılarda çeşitli faktörlere bağlı olarak ortaya çıkan aneminin genellikle bu nedenlerin birkaçının birleşiminden kaynaklandığını ifade etti. Anemiye yol açan nedenlerden besin eksikliğine değinen Dr. Solmaz “Yetersiz demir içeren gıdaların tüketimi veya demir emilimini etkileyen sindirim sistemi sorunları, demir eksikliği anemisine yol açabilir. Bu durum özellikle diyet kısıtlamalarına sahip olan veya demir emilimini etkileyen gastrointestinal sorunları olan yaşlı bireylerde yaygındır. Et, balık ve süt ürünlerinde bulunan vitamin B12’nin yetersiz alımı veya emilimini engelleyen durumlar ise B12 eksikliği anemisine neden olabilir” diye konuştu. “Kronik hastalıklar da anemiye yol açabilir” Kronik böbrek hastalığının kırmızı kan hücrelerinin üretimini uyarıcı bir hormonun az üretilmesine neden olarak anemiye katkıda bulunabildiğini belirten Solmaz, romatoid artrit veya iltihabi bağırsak hastalığı gibi kronik iltihabi durumların da yine vücudun kırmızı kan hücreleri üretme yeteneğini engelleyerek anemiye yol açtığını söyledi. Uzun süreli ve özellikle tekrarlayan enfeksiyonlar ile yaygın kullanılan ağrı kesici, kan sulandırıcı ilaç ve bazı antibiyotiklerin yan etki olarak anemiye katkıda bulunduğunu sözlerine ekledi. “Menopoz döneminde de anemi artabilir” Kan hücrelerinin üretildiği kemik iliğini etkileyen durumların, anemiye neden olabileceğine işaret eden Dr. Solmaz, “Yaşla beraber sıklığı önemli ölçüde artan Miyelodisplastik Sendrom (MDS) veya lösemi, kırmızı kan hücrelerinin üretimini etkileyen bozukluklara örnektir. Mide ülseri, kalın bağırsak hastalıkları veya mide/bağırsak kanseri gibi durumlardan kaynaklanan kronik mide/bağırsak kanamaları, zaman içinde anemiye neden olabilir. Ayrıca kadınlarda menopoz döneminde gerçekleşen hormonal değişiklikler de anemiyi arttırabilir” dedi. Bireyleinr yaşlandıkça kırmızı kan hücrelerinin üretiminde doğal bir azalma olduğunun, yaşlıları anemiye daha duyarlı hale getirdiğinin altını çizen Dr. Solmaz bununla birlikte genetik faktörlerin de anemiyi etkilediğini anlattı. Aneminin genellikle yorgunluk ve zayıflık gibi semptomlarla ortaya çıktığını vurgulayan Dr. Solmaz, azalan enerji seviyesi fiziksel aktiviteyi ve yorgunluk döngüsünü artırdığını söyledi. Yaşlılarda anemi ile bilişsel düşüş arasında bir bağlantı olduğunu aktaran Dr. Solmaz “Aneminin ele alınması, bilişsel bozulmanın önlenmesine veya yavaşlatılmasına ve demans risklerini de azaltabilir. Ayrıca bağışıklık sistemini zayıflatan anemi daha ciddi sağlık sorunlarını doğurabilir ve yaşam kalitesini azaltır” diye konuştu. “Düzenli kan testleri çok önemli” Yaşlılarda anemi ile başa çıkmak için düzenli taramanın önemine işaret eden Dr. Solmaz özellikle kronik hastalığı veya beslenme eksikliği öyküsü olan yaşlı bireyler kapsamlı kan testlerinin düzenli kontrollere eklenmesi gerektiğini söyledi. Dengeli ve besin açısından zengin bir diyetin ve beslenme uzmanlarınca hazırlanan kişiselleştirilmiş beslenme planlarının yine anemiden koruyabileceğini ifade eden Dr. Solmaz temel kronik hastalıkların etkili bir şekilde yönetilmesinin de, aneminin önlenmesinde veya hafifletilmesinde önemli olduğunu dile getirdi. Yaşlılıkta aneminin, kapsamlı ve proaktif sağlık stratejileri gerektiren çok yönlü bir zorluk olduğunu vurgulayan Solmaz, “Düzenli sağlık kontrolleri ve kan testleri, anemiyi erken tespit etmeye ve bu durumu daha etkili bir şekilde yönetmeye yardımcı olabilir. Nedenleri anlama, potansiyel sonuçları tanıma ve zamanında müdahale etme yoluyla, yaşlı nüfusun sağlığını ve yaşam kalitesini artırmak için birlikte çalışabiliriz” şeklinde konuştu.

Meme kanserinde erken tanı iyileşme oranını arttırıyor Haber

Meme kanserinde erken tanı iyileşme oranını arttırıyor

ADANA (İLKHABER)- Adana Acıbadem Hastanesi Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Orhan Demircan, “Meme kanserinin erken yakalanması, iyileşme oranını yaklaşık yüzde 95’e çıkarıyor” dedi. Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Orhan Demircan, meme kanserinin dünya genelinde milyonlarca kadını etkileyen önemli bir sağlık sorunu olduğunu belirterek, dünyada yaklaşık her 8 kadından birinde, Türkiye’de 10 kadından birinde görülmekte olduğunu ve bu kadar yaygın görüldüğü için hastalıkla ilgili toplumda farkındalık oluşturmak için çalışmalar yürütüldüğünü söyledi. Kadınların farkında olmasının en önemli göstergesinin de erken tanıya ulaşmak olduğunu belirten Prof. Dr. Demircan, "Geçmişte meme kanseri sıklığı daha az. Yaklaşık 40 yıl önce 13-14 kadında bir, günümüzde ise her 8 kadından birisinde görülüyor. Ülkemizde meme kanserinin görülme sıklığı artarken, hastalığın daha genç yaştaki kadınlarda da görülme oranı da yükseliyor. Hal böyle olunca bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de farkındalık artırıcı çalışmalar yapılmakta. Öncelikle bu farkındalığın toplumun geniş kesimlerine yaymak gerekiyor. Bugün farkındalığın geçmiş yıllara göre artmasıyla hem daha çok kadın meme kontrolünü yaptırıyor hem de kanserin erken dönemde teşhis edilme oranı artıyor” dedi. “Meme kanserinde en iyi görüntüleme aracı mamografi” Meme kanserini önlemenin yolu az ama meme kanserini erken tanımanın çok fazla yöntemi olduğu vurgusunu yapan Prof. Dr. Demircan, “Meme kanserinin özellikle 40’lı yaşlardan sonra görülme sıklığı artmakta. O nedenle toplumsal taramalar bütün dünyada 40’lı yaşlarda başlıyor. Meme kanserinin teşhisinde en önemli görüntüleme yöntemi mamografidir. Bu görüntüleme yöntemi, hastalığı bize çok erken evrede gösterebiliyor” ifadelerini kullandı. “Erken teşhis, iyileşme oranını yaklaşık yüzde 95’e çıkarıyor” Ülkemizde genç yaşta meme kanserlerinin çok fazla olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Demircan, şunları söyledi: “Bu nedenle bu algoritmayı daha çok 20’li yaşlardan itibaren görüntülemede x-ray ışınlarını içermeyen, kendi sağlığına herhangi bir problem oluşturmayacak olan ultrasonografi ile yapıyoruz. Sonuç olarak 20 ve 40 yaş arasında kadınlara önce kendi kendine meme muayenesini öğretiyoruz. Her ay adet bitimini takiben kendi muayenelerini yapıyorlar. Bu gruba 2 yılda bir hekim muayenesi ve meme ultrasonografisi yapılıyor. Tarama mamografisinde problem bulunan hastalara da ultrasonografi ilave ediliyor. Dolayısıyla bu kılavuzlar takip edildiğinde meme kanserini erken yakalama ihtimali oldukça yüksek. Erken teşhis edilen meme kanserinde iyileşme oranı yüzde 95’e çıkıyor." “Aile geçmişinde olmasa bile meme kanserine yakalanabilir” Dünyada meme kanseri ile ilgili yayınlarda genç hastalarda görülen meme kanserlerinin kalıtsal olduğu gösterilirken, kendi deneyimlerine göre genç hastalarda hiçbir risk faktörü olmadığını söyleyen Prof. Dr. Demircan, “Hasta gençlerin birçoğu ailelerinin ilk hastaları ve genetik hiçbir taşınma belirtisi yok. Toplum genç ama bu konuda çok daha fazla araştırmaya ihtiyaç var. Bu deneyimlerimiz nedeniyle de biz özellikle genç yaştan itibaren kontrollerini yapmaya başlıyoruz. Özellikle bu gruptaki hastalarda tespit edilen meme kanserleri biraz daha saldırgan oluyor. O nedenle düzenli kontrolleri, muayeneleri ve erken tanı yöntemlerini kullanarak bu grupta da oldukça başarılı sonuçlar elde ediyoruz. Kadınlarda yanlış bir algı var. Benim ailemde meme kanseri yok, o nedenle bende de olmaz diye düşünüyorlar. Oysa tüm meme kanserlerinin yaklaşık yüzde 80’inde hiçbir risk faktörü yok. Bu nedenle biz kadınlara mutlaka düzenli taramalarını yaptırmalarını söylüyoruz. Meme kanserinin sadece yüzde 20’si ırsi ya da genetik yolla taşınıyor. Bu grup zaten özel bir takip altında oluyor. Bu grubu diğer gruptan biz ayırıyoruz, takiplerini daha sık ve farklı görüntüleme yöntemleriyle yapıyoruz” diye konuştu. “Düzenli spor ve dengeli beslenme riski azaltıyor“ Özellikle meme kanserindeki risk faktörleri konusunda konuşan Prof. Dr. Demircan, “İlk faktör olarak kadın olmak, kadınların üretken dönemde olması, erken adet görmeye başlamak ve geç adetten kesilmek, çocuk sahibi olmamak, 30’lu yaşlardan itibaren çocuk sahibi olmakta riski artırır. Ayrıca obezite, şişmanlık, yağ hücreleri, östrojenin yüksek oranda salgılanması, kronik alkol alımı, ağır yağlı gıdalarla beslenmek ve stres altında kalmak gibi durumlar meme kanseri riskini artıran faktörlerdir. Ergenlik dönemlerinde düzenli yapılan sporlar ve dengeli beslenme yapanlar meme kanserine yakalanma riskleri daha az olur” ifadelerini kullandı.

Diyetisyen Akgül: “Akdeniz tipi beslenme meme kanserinden koruyor” Haber

Diyetisyen Akgül: “Akdeniz tipi beslenme meme kanserinden koruyor”

ADANA (İLKHABER) - Uzman Diyetisyen Gizem Akgül, kadınlarda en yaygın görülen kanserin meme kanseri olduğuna dikkat çekerek, Akdeniz tipi beslenmenin bu kansere karşı koruyucu olduğunu söyledi. Diyetisyen Akgül, sigara içenlerde meme kanseri riskinin yüzde 24 daha fazla olduğunu vurguladı, ayrıca riski azaltmak için haftada 150 dakika yürüyüş yapılmasını ve fazla kilodan kaçınılmasını tavsiye etti. Acıbadem Adana Hastanesi Uzman Diyetisyen Gizem Akgül, 1-31 Ekim Meme Kanseri Farkındalık Ayı nedeniyle meme kanserinden korunmak için beslenme açısından ne gibi önlemler alınabileceğini anlattı. Dünyada ve Türkiye’de kadınlarda sıklıkla görülen, hatta kadınlarda en yaygın olarak görülen kanserin meme kanseri olduğunu belirten Diyetisyen Akgül “Meme kanserine yakalanma riski birçok faktörden etkilenmektedir. Meme kanseri genetik, davranışsal ve çevre ile alakalı faktörlerden etkilenir. Genetik faktörler, meme kanseri riski için değiştirilemez risk faktörleri iken; çevre ile alakalı faktörlerden beslenme, fiziksel aktivite değiştirilebilir risk faktörleridir” dedi. 2020’de meme kanseri vakalarının tüm dünyada 9,23 milyon olduğunu ancak 2040’da bu sayının 13,9 milyona ulaşmasının beklendiğine değinen Diyetisyen Akgül, ailede meme kanseri öyküsü, yaş, kadın olmak, sedanter (hareketsiz) yaşam, alkol/sigara kullanımı, meme yoğunluğu, menopoz sonrası sonrası obezite ve yağ içeriği yüksek diyetler gibi pek çok faktörün süreci etkilediğini ifade etti. “Sigara içenlerde risk yüzde 24 daha fazla” Sigara ve alkol tüketiminin; meme kanseri için doğrudan risk faktörü oluşturduğu bilgisini veren Diyetisyen Akgül, “2018’de yapılan bir çalışmada günlük 1 kadeh (10 gr) alkol tüketiminin meme kanserini yüzde 3-10 oranında arttırdığı tespit edilmiştir. Alkol tüketimi kadınlarda östrojen seviyesini etkilemektedir ve aynı yıl yapılan başka bir çalışmada sigara içenlerin içmeyenlere göre meme kanseri riskinin yüzde 24 arttığı tespit edilmiştir” diye konuştu. Obezitenin de meme kanseri ve tekrarlama riskini etkilediğine dikkat çeken Diyetisyen Akgül, vücut ağırlığının yönetilememesi, hareketsiz bir yaşam, yağ ve şeker içeriği yüksek gıdalardan zengin beslenme, yetersiz posa alımı, antioksidanlardan ve omega-3’ün yetersiz olduğu dengesiz beslenmenin obezite ile sonuçlandığını hatırlattı. “Haftada 150 dakika yürüyüş yapın” Akgül, emzirmenin meme kanserine karşı koruyucu olduğunun altını çizerek, “Emzirme döneminde adet sayısının azalması meme kanseri riskinin de azalmasını sağlayabilir. Menopoz sonrası dönemde aşırı kiloluluk östrojen seviyesini etkilediği için riski arttırmaktadır. Menopoz sonrası fiziksel aktivite meme kanseri riskini azaltmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü sağlıklı yaşam için haftada 150 dakikalık tempolu yürüyüşler önermektedir” dedi. Süt ve süt ürünlerinin içerdiği kalsiyum ve D vitamini ile meme kanseri riskini azaltabileceğini, fazla ve sık kırmızı et tüketiminin meme kanseri için risk faktörü olabileceğini ifade eden Diyetisyen Akgül, özellikle etin pişirme yöntemlerinden ızgara ve yağda kızartma sırasında ortaya çıkan karsirojenik bileşiklerin riski arttırdığını söyledi. Sebze ve meyvelerin, içerdiği vitaminler, sülsürik bileşikler, lif, fitoöstrojenler, flavonoidlerin gibi çeşitli polifenollerden zengin olduğunu, dolayısıyla meyve ve sebzelerin zengin içeriğinin meme kanseri için koruyucu olduğunu sözlerine ekledi. “Yeşil yapraklı sebze, meme kanseri riskini yüzde 24 azaltıyor” Avrupa Kanser ve Beslenme Üzerine Prospektif Araştırma (EPİC) çalışmasına atıf yapan Diyetisyen Akgül şunları aktardı: “Sebze tüketiminde günlük 100 gr artışın meme kanseri riskini yüzde 9; yeşil yapraklı sebze tüketiminin 50 gr artışının yüzde 24; biber, enginar, patlıcan, kabak, yeşil fasulye, rezene, kereviz gibi sebzelerin tüketiminde 50 gr artışın yüzde 17; çiğ domates tüketimindeki artışın ise yüzde 18 oranında meme kanseri riskini azalttığı bildirilmiştir. Yine 2006 yılında 755 kadın ile yapılan bir çalışmada günde 14 gr zeytinyağı tüketiminin meme kanseri riskini yüzde 9 azalttığı görülmüştür.” Tam tahılların A ve E vitamini, fitoöstrojenler, fenolik bileşikler ve fitik asit içerdiğini; içerdiği posanın ayrıca kolon kanseri gibi pek çok kanser türüne karşı da koruyucu olduğunu belirten Diyetisyen Akgül, tam tahılların içerdiği antioksidan özellik gösteren bileşikler, çinko, selenyum, manganez ve bakır gibi eser minerallerin meme kanseri için de koruyucu etki gösterdiğini dile getirdi. Akdeniz diyetinin meme kanseri riskini azalttığını gösteren pek çok çalışma bulunduğunun altını çizen Akgül, zeytinyağı, sebze, meyve, tam tahılları, yağlı tohumlar, balık, süt ürünleri ve düşük miktarda et ve ürünleri tüketimini içeren Akdeniz diyetinin meme kanserine karşı koruyucu olduğunu vurguladı.

Türkiye’de 9 milyon diyabet hastası bulunuyor Haber

Türkiye’de 9 milyon diyabet hastası bulunuyor

Endokrinoloji ve İç Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Emre Bozkırlı, Türkiye’de nüfusun yüzde 14’ünde rastlanan diyabetin görme kaybı, felç, kalp krizi ve uzuv kaybına yol açabileceğini belirterek, erken tanının önemini vurguladı. Prof. Dr. Bozkırlı, yaygın kanının aksine diyabet hastalarının yemeyip içmemesi değil, hastalıklarına uygun şekilde beslenmeleri gerektiğine dikkat çekti. Acıbadem Adana Hastanesi Endokrinoloji ve İç Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Emre Bozkırlı, diyabet, halk arasındaki adıyla şeker hastalığını “Pankreasın vücut için yeterli miktarda insülin üretememesi ya da ürettiği insülinin vücut tarafından etkili bir şekilde kullanılamaması sonucunda ortaya çıkan, yüksek kan şekeri ile seyreden, kronik ve ilerleyici bir hastalık” olarak tanımladı. Prof. Dr. Bozkırlı, diyabetin yaşam boyu sürmesi ve başta gözler, böbrekler, kalp-damar sistemi gibi hayati organlarda neden olabildiği kalıcı hasarlar nedeniyle hastanın yanı sıra ailesini, çevresini ve hatta ülkesini etkileyebilen ciddi bir halk sağlığı problemi olduğunu ifade etti. Bozkırlı, Türkiye’de nüfusun yüzde 14’ünü oluşturan 9 milyon kişiyi etkileyen diyabetin yeme-içme ve hareket alışkanlıklarındaki değişime bağlı olarak giderek artmasının öngörüldüğünü belirtti. Hastalığın temel belirtilerini halsizlik, yorgunluk hissi, ağız kuruluğu, çok su içme, çok idrara çıkma, hızlı ve istemsiz kilo kaybı, bulanık görme, ayaklarda yanma, batma, uyuşma ve karıncalanma şeklinde rahatsızlık hissi, yaraların normalden daha geç iyileşmesi, cinsel işlev bozuklukları, ciltte kuruluk ve kaşıntı olarak sıralayan Prof. Dr. Bozkırlı, “Hastalık ne kadar erken tespit edilirse bu hasarlar o düzeyde önlenebilmekte, tanıda ne kadar geç kalınırsa vücutta o kadar fazla kalıcı hasara neden olmaktadır” dedi. “Tanı sırasında şikayet görülmeyebilir” Prof. Dr. Bozkırlı, özellikle erişkinlerde görülen diyabet türü olarak bilinen Tip 2 Diyabet’in kilo fazlalığı ile paralel seyrettiğini, obez olan veya kilo fazlalığı bulunan, bel çevresi kalınlığı kadınlarda 80 cm, erkeklerde 90 cm üzerinde olan bireyler, doymuş yağlardan, karbonhidratlardan zengin ve posa miktarı düşük beslenme alışkanlığı olanlar, hareketsiz yaşam tarzı olan, birinci dereceden akrabalarında diyabet öyküsü bulunanlar, dört kilogram üzerinde iri bebek doğurma öyküsü olan veya gebelik şekeri tanısı almış kadınlar, yüksek tansiyon, kan yağlarında yükseklik veya aterosklerotik damar hastalığı bulunan hastalar, daha önce açlık şekeri sınırda yüksek bulunmuş (100-125 mg/dL) kişiler, polikistik over sendromu öyküsü olan kadınlar ve başta kortizonlu ilaçlar gibi bir takım ilaçları kullanan hastaların diyabet gelişimi yönünden yüksek risk altında olduğunu anlattı. Hastaların bir kısmında tanı anında hiçbir şikayet görülmediğine dikkat çeken Bozkırlı, bu nedenle yüksek risk grubunda bulunan kişilerin düzenli kan şekeri kontrollerini yaptırmaları gerektiğini söyledi. “Görme kaybı, felç, kalp krizi ve uzuv kaybına yol açabilir” Prof. Dr. Bozkırlı, kan şekeri yüksek seyreden hastalarda göz dibindeki damarlarda kanamaya bağlı görme kaybı, beyni besleyen atardamarlarda tıkanıklık sonucu felçlik durumu, kalbi besleyen koroner damarlarda tıkanıklık zemininde kalp krizi, böbreklerde etkilenmeye bağlı olarak böbrek yetmezliği gelişimi, diyaliz ihtiyacı ve ayaklarda uzuv kaybına neden olabilecek ciddiyette yaralar görülebildiğini dile getirdi. Bozkırlı, bütün bu durumların olmadan önlenebilmesi ve olmuş hastalarda tedavisinin sağlanabilmesi için temel şartın bu konuda deneyimli bir hekimin kontrolünde kan şekeri kontrolü olduğunu sözlerine ekledi. Tedavinin temelinde toplumda farkındalık oluşturulması ve hastaların diyabet konusunda eğitiminin yer aldığını vurgulayan Prof. Dr. Bozkırlı, tedavinin olmazsa olmazlarının hastalığa uygun şekilde "sağlıklı beslenme ve düzenli egzersiz alışkanlığının kazanılması” gibi yaşam tarzı değişiklikleri olduğunu söyledi. “Tedavi kişiye özel olmalıdır” Halk arasındaki yaygın kanının aksine diyabet hastalarının yemeyip içmemesi değil, hastalıklarına uygun şekilde beslenmelerinin önemli olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Bozkırlı şunları ifade etti: “Bunların haricinde hastanın özelliklerine uygun olarak hap tedavileri ve enjeksiyon şeklinde uygulanan tedaviler bulunmaktadır. İlaç tedavilerinin en önemli özelliklerinden biri tedavinin hastaya özgü olması zorunluluğudur. Tüm hastalara doktor kontrolünde yaşı, cinsiyeti, eşlik eden hastalıkları, böbrek, karaciğer fonksiyonlarının durumu gibi birçok faktör göz önünde bulundurularak ‘kişiye özel’ bir tedavi düzenlenmelidir. Diyabet bir ‘düzenli kontrol hastalığı’ olup, hastaların düzenli kan şekeri kontrolleri yapılmalı ve hastalar düzenli olarak muhtemel organ etkilenmeleri yönünden değerlendirilmelidir. Erken tanı almış, organ hasarları gelişmemiş, düzenli kontrolleri yapılan ve kan şekerleri kontrol altında seyreden hastalarda sonuçlar yüz güldürücüdür.”

Doç. Dr. Akyıldız: “Antibiyotikler virüse etki etmez, ateş düşürmez” Haber

Doç. Dr. Akyıldız: “Antibiyotikler virüse etki etmez, ateş düşürmez”

Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Doç. Dr. Özay Akyıldız, modern tıbbın temelini oluşturan ve hayat kurtaran antibiyotiğin gereksiz ve yanlış kullanımının halk sağlığını tehdit ettiğine dikkat çekerek, “Antibiyotikler virüslere etki etmediği gibi ateş düşürücü olarak da kullanılmaz. Enfeksiyona neden olan bazı mikroorganizmaları öldürürken vücuttaki yararlı bakterileri de öldürerek bağışıklık sistemini zayıflatır” dedi. Acıbadem Adana Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Doç. Dr. Özay Akyıldız, 18-24 Kasım Dünya Antibiyotik Farkındalık Haftası çerçevesinde antimikrobiyal direnç farkındalığını artırmak ve dirençli enfeksiyonların daha fazla ortaya çıkmasını ve yayılmasını önlemek amacıyla önemli bilgiler paylaştı. Doç. Dr. Akyıldız, antimikrobiyal ilaçların bakteriler (antibiyotikler), virüsler (antiviraller), mantarlar (antifungaller) ve parazitlerin (antimalaryaller dahil) neden olduğu enfeksiyonlar gibi çeşitli enfeksiyonlara karşı aktif olan ilaçlar olduğunu; antibiyotiklerin de modern tıbbın temelini oluşturan özel bir antimikrobiyal ilaç kategorisi olduğunu ifade etti. Antibiyotik dirençli enfeksiyonların her yıl yaklaşık 5 milyon ölüme katkıda bulunduğuna işaret eden Doç. Dr. Akyıldız, “Antibiyotikler hayat kurtarır, ancak yoğun ve kontrolsüz kullanılması bakterilerin bu antibiyotiklere farklı mekanizmalarla direnç geliştirmelerine yol açmıştır. Bir bakterinin bir antibiyotiğe dirençli hale gelmesi, artık o antibiyotiğin o bakterinin yol açtığı enfeksiyonların tedavisinde kullanılamayacağı anlamına geliyor” dedi. Dirençli bakterilerin ekonomik kayıplara da yol açtığına değinen Akyıldız, bu konuda toplumun bilinçlenmesi gerektiğini, aksi halde yaygın hastalıkların tedavi edilemez hale geleceğini ve modern hayat kurtarıcı prosedürlerin uygulanmasının daha riskli hale geleceğini söyledi. “Doktor önermedikçe kullanmayın” Geçmişte dirençli enfeksiyonların ağırlıklı olarak hastaneler ve bakım ortamları ile ilişkilendirildiğini ancak son on yılda dirençli enfeksiyonların daha geniş topluluklarda da görülmeye başladığını belirten Doç. Dr. Akyıldız, “Örneğin üriner sistem enfeksiyonu geçiren hastaların yaklaşık üçte birinde artık oral bir antibiyotik verilemiyor. Bu durum alt ve üst solunum yolu enfeksiyonları, deri ve yumuşak doku enfeksiyonları için de geçerli. Bu yüzden doktor önermedikçe kesinlikle antibiyotik kullanılmamalıdır” diye konuştu. Akılcı antibiyotik kullanımını sağlamak için tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de yoğun çabalar bulunduğuna dikkat çeken Doç. Dr. Akyıldız, antibiyotiklerin reçetesiz verilmemesinin sadece direnç gelişimi açısından değil ilaçların yan etkileri, gereksiz maliyet gibi sıkıntıları azaltmak açısından da çok önemli olduğunu vurguladı. “Gereksiz kullanımı bağışıklık sistemini zayıflatır” Özellikle solunum yolu enfeksiyonları gibi akut enfeksiyonların yüzde 80-90’ının virüslerden kaynaklandığını belirten Doç. Dr. Akyıldız şunları dile getirdi: “Antibiyotikler virüslere etki etmediği gibi ateş düşürücü olarak da kullanılmaz. Enfeksiyona neden olan bazı mikroorganizmaları öldürürken vücuttaki yararlı bakterileri de öldürerek bağışıklık sisteminin zayıflamasına neden olurlar. Antimikrobiyal dirençli mikroorganizmalar hayatta kalır ve çoğalır. Bu durum Metisiline dirençli Staphylococcus aureus (MRSA) gibi ’’süper mikroorganizmaların’’ ve ilaca aşırı dirençli tüberküloz gibi mevcut ilaçlarla tedavi edilmesi zor veya imkansız olan bakterilerin ortaya çıkmasına neden olur. Tüm bunları önlemenin yolu antibiyotiklerin doğru ve dikkatli kullanılmasıdır.”

Lösemili çocuklar için profesör ’Batman’ oldu Haber

Lösemili çocuklar için profesör ’Batman’ oldu

(İLKHABER)- Lösemili çocukların moralini yüksek tutmak için Acıbadem Adana Hastanesi’nde ’Süper Kahramanlar’ etkinliği düzenlendi. Lösemiye yakalandıktan sonra ilik nakli ile sağlıklarına kavuşan Kuzey Deniz Şengezer (7) ve Azra Ölmez (6) Süperman ve Süpergirl, Prof. Dr. Bülent Antmen ise ’Batman’ kostümü ile katıldığı etkinliğe tedavisi süren lösemi hastası çocuklar aileleriyle birlikte katıldı. Süper kahraman Kuzey Deniz ve Azra’nın çocuklara fidan hediye ettiği etkinlikte pasta kesildi, ardından dans edildi. ’Süper Kahramanlar Ormanı’nın ilk fidanları dikildi Lösemi hastası her çocuğun ismine özel dağıtılan fidanlar, daha sonra Sarıçam ilçesine bağlı Hakkıbeyli Mahallesi’nde Adana Orman Bölge Müdürlüğü tarafından tahsis edilen ‘Süper Kahramanlar Ormanı’na dikildi. Dikilen her fidana çocuklar isimlerini yazdı ve turuncu balonları gökyüzüne bıraktı. “Moral çok önemli” Çocuk Hematolojisi Uzmanı ve Çocuk Kemik İliği Nakli Merkezi Sorumlusu Prof. Dr. Bülent Antmen, “Lösemi tedavisinde moral çok önemlidir. Onlar lösemiye karşı mücadele veren minik ama süper kahramanlar. Lösemi tedavisinde onlarla çok uzun zaman bir arada oluyoruz. Onların bu zorlu yolculuğunda yalnızca tıbbi olarak değil gülümsemeleri için de elimizden geleni yapıyoruz. Çocuklar soy ismim Antmen olunca, bazen bana doktor amca yerine ‘Batman amca’ diye sesleniyorlardı. Hep birlikte gülüyorduk. Ben de bugün onların karşısına Batman giysisiyle çıkınca çok şaşırdılar ve eğlendiler. Onların mutlu olması her şeyden önemli” dedi. “Benim süper kahramanlarım, çocuklar” Löseminin tedavi edilen bir hastalık olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Bülent Antmen, çeşitli etkinliklerle hem çocukların ve ailelerinin moralini yükseltmek hem de toplumsal farkındalığı artırmak istediklerini belirterek şunları söyledi: “Bu hastalığı sadece çeken aileler bilir. Ondan dolayı bütün toplumun bu hastalık hakkında farkındalığını artırmak için çeşitli etkinlikler gerçekleştiriyoruz. Bu da onlardan bir tanesi. Ben ‘Batman’ oldum belki onların gözünde bir doktor olarak kahraman benim ama asıl benim süper kahramanlarım çocuklar. Çocukların hepsi sağlıklı olduğu sürece mutlu oluyoruz, hatta mutluluktan gözümüz yaşarıyor.” “Herkes bağış yapmalı” Lösemi tedavisinde kök hücre naklinin önemli bir yöntem olduğunu belirten Prof. Dr. Antmen, uyumlu kök hücre bulmanın çok zor olduğunu söyleyerek, “Kök hücre bağışına çok ihtiyaç var. Yalnızca bir tüp kan vermek, bir çocuğun hayatını kurtarabilir. Ne kadar çok bağışçı olursa, uyumlu kök hücre bulma ihtimali artar. O yüzden herkesi kök hücre bağışı yapmaya davet ediyorum” ifadelerini kullandı. “Kardeşlerim de bizim gibi lösemiyi yenebilir” Pandemi sürecinde özel bir organizasyonla Yunanistan’dan gelen kök hücrenin nakledilmesiyle sağlığına kavuşan Kuzey Deniz Şengezer, löseminin değil kendilerinin güçlü olduğunu söyleyerek, “Ben kahramanım. Lösemiyi yendim. Herkes lösemiyi yenebilir. Ben buna inanıyorum. Burada kardeşlerime fidanlar hediye ettik. Onlar da bizim gibi lösemiyi yenebilir. Korkmalarına hiç gerek yok, lösemi değil biz güçlüyüz” diye konuştu. “Diğer çocuklara umut oluyoruz” Kuzey Deniz’in annesi Özgül Şengezer ise, “Gerçekten duygularımı tarif edemem, çok mutluyum. Oğlumun tedavisi süren çocuklara umut vermesi beni çok mutlu etti. Onlara umut oluyoruz. Çok zorlu süreçlerden geçtik. Herkesin öncelikle iyileşeceğine inanması lazım. Bu kötü misafiri ağırlayıp göndereceğiz demesi lazım” dedi.

Bilinçsiz tüketilen kış çayları sağlığa zarar verebilir Haber

Bilinçsiz tüketilen kış çayları sağlığa zarar verebilir

ADANA (İLKHABER) - Diyetisyen Pakize Gizem Akgül, grip gibi enfeksiyon hastalıklarından korunmak amacıyla alınan kış çaylarının içinde bulunan bitki çeşitlerinden bitkilerin saklanma koşullarına kadar pek çok faktörün, çayın kalitesini düşürdüğü, hatta zararlı hale getirdiğine dikkat çekti. Akgül, kış mevsiminin gelmesiyle enfeksiyon hastalıklarından korunmak amacıyla bilinçsiz alınan kış çayları birçok rahatsızlığı beraberinde getiriyor dedi. Aktarlarda havaların soğumasıyla birlikte kış çayına talep artmaya başladı. İçinde zencefilden ıhlamura, kuşburnundan naneye farklı bitkilerin karıştırılarak hazırlanmasıyla yapılan kış çayları, nezle, grip gibi enfeksiyonlardan korunmak amacıyla içiliyor. Hal böyle olunca en yoğun da sonbahar ve kış aylarında evlere giriyor. Ancak yararı için alınan kış çayları, eğer doğru yerlerden alınmaz, doğru şekilde içilmezse, yarardan çok zarar verebiliyor. “Kış çayları sıklıkla kullanılıyor” Konuyla ilgili başvurduğumuz Acıbadem Adana Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Pakize Gizem Akgül açıklamalarda bulundu. Akgül, “Grip ve nezle gibi hastalıkların önlenmesi ve tedavisinde kış çayları sıklıkla kullanılıyor. Nane, zencefil, ıhlamur, kuşburnu gibi birçok bitkinin karışımıyla hazırlanıyor. İçinde bazen ondan fazla bitki olabiliyor. Bu çaylar hastalıkların önlenmesi noktasında bizleri koruyan antioksidan özellikleri olan çaylar olarak satılıyor” dedi. “Satılan birçok kış çayı sağlık kriterlerine uygun değil” Bitki çaylarının içerisinde bulunan antioksidanlardan en iyi şekilde yararlanmak için gereken özelliklere dikkat çeken Akgül, “Bir tüketicinin asla fark edemeyeceği konu, doğru bitkinin yetiştirilmesi, toplanması, saklanması ve depolanması sırasında gerekli sağlık şartlarının olup olmadığıdır. Zira bu süreçlerde dikkat edilmemesi, bitkilerde zararlı maddelerin oluşmasına yol açıyor ve içim sonrası bunlar bize zarar verebiliyor. 2022 yılında ülkemizde aktar ve marketlerde kış çayı olarak satılan 10 farklı bitki karışımından oluşan örneklerin incelendiği bir araştırma yapıldı ve bu örneklerin kalite kriterlerine uygun olmadığı görüldü. O nedenle alıcıların, kalitesinden emin oldukları güvenilir kış çaylarını tercih etmeleri gerekir. Aksi durumda yarar yerine zarar görebilirler. Hatta hijyen standartlarına uymayan çayların içindeki bazı mikroplar ishalden bulantıya birçok rahatsızlığın oluşmasına yol açabilir. Mutlaka aldığınız paketteki ürünün içindeki bitkilerin türlerine, son kullanma tarihine dikkat edin. Özellikle ilaç kullanıyorsanız etkileşim söz konusu olabilir; hamileyseniz size ve bebeğinize zarar verebilir” diye konuştu. “Herkes kış çayı içmemeli” Doğal yaşama duyulan isteğin doğadaki bitkilerin zararsız gibi algılanmasına da yol açtığını belirten Diyetisyen Gizem Akgül, bu nedenle daha fazla yarar sağlamak amacıyla yaygın olarak kullanıldığına dikkat çekti ve şunları söyledi: “Bitkiler doğaldır ama her bitki yararlı değildir. Bazıları hastalıklara neden olabilir. O yüzden herkes, bitki çayı tüketmemeli. Özellikle alerjiden kullandığı ilaçlara kadar birçok durumda bitki çaylarının zarar verebileceğini aklında tutmalı. Örneğin bazı kan sulandırıcı ilaçları kullananlar, böbrek hastaları, kronik hastalığı olan bireyler, hamileler, yaşlılar yalnızca kış çayı değil, her türlü bitki çayını tüketmeden önce mutlaka sağlık profesyonellerine danışmalılar.”

logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.